Zhaar’ın Gölgeliği: “Söz Tüccarı”
İlk kez Kuzeybatı taşra yollarında, terk edilmiş bir hanın küflü odasında belirdiği söylendi. Ardından, bir dağ geçidinde — sonra, bir liman kasabasının yanık rıhtımında. Onu tanımlayanlar farklı hikâyeler anlattı: kimi solgun, kambur bir adamdan bahsetti; kimi yüzü olmayan, cüppeli bir siluetten. Hepsinin tek ortak noktası yırtık ve yamalı, küçük ama sonsuz bir bohça taşıdığı. Runan Konsey'i eski İçlikâriler'den Sâhrun'un nasıl bir düzende belirdiğine dair bir fikir sahibi değil.
Sâhrun, İçlikâriler’in en alt halkasından biriydi. Vaktiyle emirle hareket eden, emirle düşünmeye zorlanan basit bir iradeydi. Ancak bir Kıran’ın derinliklerinde kaybolduğu yıllar boyunca kendine ait bir benlik kurdu. Ne yükseldi, ne kurtuldu. Ama bir seçim yaptı: Aracılık. Artık Sâhrun, kendine “Söz Tüccarı” diyen bir gölge silüetiyle dünyanın çöküş kenarlarında dolaşıyor. Yanında taşıdığı karanlık bohçadan yokluğun elleriyle işlenmiş eşyalar çıkarıyor. Bunlar çoğu zaman bir Kıran’dan artakalan; gerçekliğe aykırı, büyüye ters, tanrılara yasak eşyalar.
Altın geçmez bu alışverişte. Ne taş, ne cevher. Sâhrun yalnızca “kanla mühürlenmiş sözler” ister. Kurbanların ya ruhlarını bağlayan bir yemini, ya da geri alınamayacak bir itirafı. Alım satım işlemi tamamlandığında, gölgesi ikiye ayrılır ve biri diğerine “söz”ü taşır.
Sözünü geri alanlar — olmamışa dönmek isteyenler — kaybolur. Sâhrun onların isimlerini eski bir deftere silinmez dille yazar.
Konsey bu yaratığı doğrudan tanımlayamaz. Çünkü onunla yapılan alışveriş, aynı zamanda bir Kıran’ın mikro bir tekrarına dönüşür. Eşyalar ve sözler üzerinden kurulan her bağ, gerçekliğin yasasına açılan küçük bir çatlak gibidir. Sâhrun, artık bir birey değil, bir dolaşan fenomen olarak kabul edilmektedir.
İlk kez Kuzeybatı taşra yollarında, terk edilmiş bir hanın küflü odasında belirdiği söylendi. Ardından, bir dağ geçidinde — sonra, bir liman kasabasının yanık rıhtımında. Onu tanımlayanlar farklı hikâyeler anlattı: kimi solgun, kambur bir adamdan bahsetti; kimi yüzü olmayan, cüppeli bir siluetten. Hepsinin tek ortak noktası yırtık ve yamalı, küçük ama sonsuz bir bohça taşıdığı. Runan Konsey'i eski İçlikâriler'den Sâhrun'un nasıl bir düzende belirdiğine dair bir fikir sahibi değil.
Sâhrun, İçlikâriler’in en alt halkasından biriydi. Vaktiyle emirle hareket eden, emirle düşünmeye zorlanan basit bir iradeydi. Ancak bir Kıran’ın derinliklerinde kaybolduğu yıllar boyunca kendine ait bir benlik kurdu. Ne yükseldi, ne kurtuldu. Ama bir seçim yaptı: Aracılık. Artık Sâhrun, kendine “Söz Tüccarı” diyen bir gölge silüetiyle dünyanın çöküş kenarlarında dolaşıyor. Yanında taşıdığı karanlık bohçadan yokluğun elleriyle işlenmiş eşyalar çıkarıyor. Bunlar çoğu zaman bir Kıran’dan artakalan; gerçekliğe aykırı, büyüye ters, tanrılara yasak eşyalar.
Altın geçmez bu alışverişte. Ne taş, ne cevher. Sâhrun yalnızca “kanla mühürlenmiş sözler” ister. Kurbanların ya ruhlarını bağlayan bir yemini, ya da geri alınamayacak bir itirafı. Alım satım işlemi tamamlandığında, gölgesi ikiye ayrılır ve biri diğerine “söz”ü taşır.
Sözünü geri alanlar — olmamışa dönmek isteyenler — kaybolur. Sâhrun onların isimlerini eski bir deftere silinmez dille yazar.
Konsey bu yaratığı doğrudan tanımlayamaz. Çünkü onunla yapılan alışveriş, aynı zamanda bir Kıran’ın mikro bir tekrarına dönüşür. Eşyalar ve sözler üzerinden kurulan her bağ, gerçekliğin yasasına açılan küçük bir çatlak gibidir. Sâhrun, artık bir birey değil, bir dolaşan fenomen olarak kabul edilmektedir.